Müzikal Filmler Dosyası Vol.3: 90lardan Günümüze...
Ve geldik üçüncü bölüme... Son 30 yıllık dönemdeki müzikal filmlere ve sinemanın bu alanının ne hale geldiğine bakmaya çalışacağız.
(Açılışı 90lar bebeği Johnny Depp ile yaptım, çünkü bu halini herkesin görmesi lazım. Böyle ufak tefek iyilikler yapa yapa cennete gideceğim de...)
90larla beraber müzikal filmler kolayca üçe indirgenebilir hale geldi: Disney'in müzikal animasyonları, Broadway müzikallerinin sinema uyarlamaları ve yeniden çekimler. Bir de son dönemde popüler olan ünlü şarkıcıların hayatlarının biyografik öyküsünü anlatma durumu var ama bu filmler müzik üzerine olsa da çoğunlukla müzikal olarak kabul edilemezler. O yüzden bir tanesi hariç onları şimdilik bir kenara bırakacağız.
Artık müzikaller daha çok bu alanda bariz bir yeteneği olmasa bile aşırı ünlü oyuncuların bilet satma güçleriyle birleşmiş pahalı yapımlar konumunda. Çok daha seyrek aralıklarla çıkıyorlar, çıktıklarında ilgi gördükleri kadar hayal kırıklığı da yaratıyorlar çünkü eskisi gibi gerek dansçı gerekse şarkıcı kökeni olan oyuncuları değil, şarkı söyleyebilen ve belki bir iki figür kıvırabilen oyuncuları görüyoruz (tabi eğer şanslıysak) ve bu genel kanıya göre sahne versiyonlarının yanından bile geçememelerine sebep oluyor. Ama aynı zamanda artık her zamankinden daha şaşaalılar; sahneler, kıyafetler, dekorlar ve yüksek dinamikleri müzikal filmleri izlemeyi keyifli hale getiriyor.
Müzikaller yapı olarak beyaz perdeye tamı tamına aktarması zor eserler aslında: Her kısmını aldığında filmin dinamiği bozulabiliyor çünkü tiyatro ve sinema birbirine çok yakın alanlar olsa da bir şekilde farklı dinamiklere sahip. En başta dramatik duruşları farklı, gün geçtikçe filmlerde daha fazla gerçeklik görmek isteyen insanlar için tiyatronun hele ki müzikal tiyatronun durabileceği nokta en kibar tanımla "saçma" oluyor. Bu sebeple filmler gerçeklik peşine düşerken müzikal tiyatronun en öenmli dinamiklerinden birini de çöpe atmak zorunda kalıyor. Hikayeden bazı kısımlarını atıp sinemaya uyarladığında ise konunun ortasından biçerdöver ile geçeceğinden sabah kalkanları biricik müzikallerinin ortasındaki tuhaf işarete hayretle bakarken ve "FELAKET!!" diye çığırırken yakalaman mümkün.
Ve tabi ki insanlar müzikalleri o kadar da çok sevmiyor (Anlamıyorum ama böyle bir gerçek var. Tuhaf.).
Bu yazıda Disney animasyon müzikallerini ve Tim Burton'ın çok sevdiğim iki stop-motion animasyonu olan The Nightmare Before Christmas ile Corpse Bride'ı konu dışı tutacağım. Listede yer almayı hak etmediklerinden değil. Sadece klasik Disney animasyonları üzerine bir yazı yazmayı istediğimden ve Tim Burton'ın işleri için de direkt olarak "sadece gidin ve izleyin" diyeceğimden. Gene de bu şimdiye kadar yazıklarım arasında en kalabalık listeleme olacak, umarım okumaya sabrınız vardır. Sizi şimdiye kadar çoktan kaybetmediysem tabi.
Kaybetmedim değil mi?
Hadi başlayalım:
Her gün günahları için sadece tek bir göz yaşı döken, yüzünde de bir göz yaşı damlası şeklinde dövmesi bulunan motorlu, deri ceketli Wade Cry-Baby Walker ile cici kızlıktan ve plastik hayatından bıkmış Allison Vernon-Williams birbirinden hoşlanmaya başlar ve olaylar karışır...
Bir litre Grease'in üzerine dolu dolu üç kaşık West Side Story ekleyip kısık ateşte karıştırırken kaynamaya başlar gibi olunca biraz karışık gençlik filmleri baharatından serpiştiriyor ve Divine ekliyor, sıcakken John Waters'ın absürt dehası kabına alıyorsunuz. Soğuduktan sonra bir miktar Iggy Pop ekleyerek arkadaşlarınızla keyifli dakikalar geçirmek amacıyla paylaşabilirsiniz. Cry-Baby'niz hazır, afiyet olsun.
Bu film sadece genç Johnny Depp'in bebeksi suratı ve saçma mimikleri için bile izlenebilir. Güzel şarkılarla süslenmiş absürt bir komedi, her şeyle ve herkesle dalgasını geçip sonra masumca kenara çekilen haşarı bir çocuktan farksız. Yaptığı terbiyesizliklere kızasınız gelmiyor, çünkü çok sevimli işte.
Filmin yönetmeni John Waters'a gelince... Aslında saçmalıklarıyla, "kötü zevk"e olan tutkusuyla, söylediği "adam haklı yav" dedirten sözleri ve bütün o pisliğin içindeki masumiyeti (cidden nasıl ya?) ile ciddi sevdiğim bir yönetmen. Ama gidip birine Pink Flamingos izle der miyim? Bilmiyorum. Zannetmiyorum. Herkese değil. bazı filmler herkes için değildir. Gene de kült nedir, ne değildir bunalımı yaşayanlar için: Kült tam olarak da John Waters'tır. En azından tanımlarından birisi o.
Don't cry for me Argentina...
Evita Arjantin'in neredeyse aziz olarak gördüğü, ölümünden sonra ruhani lider ünvanını verdiği, döneminin devlet başkanı Juan Peron'un eşi Eva Peron'un hayatını anlatan bir müzikal. Eva Peron kendisi hiçbir zaman siyasi bir ünvan almamış olsa da siyasette önemli rol oynamış bir kadın; ülkesinde işçi sendikalarını destekleyip grev ve ayaklanmalarına bizzat katılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesine ön ayak olmuş... Bu sebeple halkının kalbinde farklı bir yere sahip.
Başrollerinde Madonna, Antonio Banderas, Jonathan Pryce gibi isimlerin olduğu film ise gerçek anlamıyla bir müzikal. Yani neredeyse hiç normal diyalog yok, hikayeler bir sahne müzikalinde olacağı gibi tamamen şarkılarla akıyor. Bu açıdan Madonna şaşırtıcı olmayacak bir şekilde iyi bir tercih. Hikayenin anlatıcısı rolüyle her yerden çıkan Banderas da. Ama hikayenin dramasını ve Eva Peron'un önemini anlatmakta başarılı oluyor mu? Yani... Askeri darbe ve deprem hakkında bir pop-rock şarkısı söylüyorlar, insanın hayali gitarını çalip Elvis gibi davranası geliyor, öyle diyeyim. Gene de Eva Peron üzerine dümdüz bir film ya da bir belgesel izleme merakıyla da doluyorsunuz, orası kesin. Ayrıca sinematografisi daha ilk cenaze sahnesinden sonuna kadar kesinlikle hayal kırıklığına uğratmayan bir yapım, bu sebeple bile bir göz atmayı hak ediyor.
Evita Arjantin'in neredeyse aziz olarak gördüğü, ölümünden sonra ruhani lider ünvanını verdiği, döneminin devlet başkanı Juan Peron'un eşi Eva Peron'un hayatını anlatan bir müzikal. Eva Peron kendisi hiçbir zaman siyasi bir ünvan almamış olsa da siyasette önemli rol oynamış bir kadın; ülkesinde işçi sendikalarını destekleyip grev ve ayaklanmalarına bizzat katılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesine ön ayak olmuş... Bu sebeple halkının kalbinde farklı bir yere sahip.
Başrollerinde Madonna, Antonio Banderas, Jonathan Pryce gibi isimlerin olduğu film ise gerçek anlamıyla bir müzikal. Yani neredeyse hiç normal diyalog yok, hikayeler bir sahne müzikalinde olacağı gibi tamamen şarkılarla akıyor. Bu açıdan Madonna şaşırtıcı olmayacak bir şekilde iyi bir tercih. Hikayenin anlatıcısı rolüyle her yerden çıkan Banderas da. Ama hikayenin dramasını ve Eva Peron'un önemini anlatmakta başarılı oluyor mu? Yani... Askeri darbe ve deprem hakkında bir pop-rock şarkısı söylüyorlar, insanın hayali gitarını çalip Elvis gibi davranası geliyor, öyle diyeyim. Gene de Eva Peron üzerine dümdüz bir film ya da bir belgesel izleme merakıyla da doluyorsunuz, orası kesin. Ayrıca sinematografisi daha ilk cenaze sahnesinden sonuna kadar kesinlikle hayal kırıklığına uğratmayan bir yapım, bu sebeple bile bir göz atmayı hak ediyor.
Eh, bunu herkes biliyor. Favori yönetmenlerimden biri olan Baz Luhrmann'ın favori yönetmenlerimden biri olmasının sebebi, çünkü bu tablo gibi film yapma meraklısı amcamız gene aşırı klişe bir konuyu alıp üzerine zaten bilinen şarkıları ekliyor ve ortaya bu şaheser çıkıyor. Gerçekten çok seviyorum. Hala seviyorum. Hep de seveceğim.
Bir başka inanılmaz ünlü Broadway müzikalinin beyaz perdeye uyarlanması. Etkileyici oyuncu kadrosu, bıraksalar bütün müzikalleri beyaz perdeye uyarlayacak Rob Marshall'ın müzikalin tiyatrosal yanına da elinden geldiğince sadık kalması derken film de en az sahne müzikali kadar meşhur oldu tabi. İyi ve eğlenceli bir tane; müzikal seviyorum diyen herkesin büyük ihtimalle ilk baktıklarından biri ayrıca. Tavsiye edilir, gerek şarkıları gerek dans performansları oldukça ünlüdür.
Chicago ile ilgili bir anekdot: Kendisi Miramax çıkışlı olan film zamanında Henry Weinstein'dan onayı biraz zor almış ve Oscar yarışında da şirketin oynamayı düşündüğü at değilmiş. Ama ilgi görünce son dakikada kampanyaya dahil edilmiş ve Rene Zellweger'a en iyi yardımcı kadın oyuncu bizzat filme de en iyi film ödülü gelmiş.
Hmmm... Çok etkileyici bir konu, muhteşem bir müzikal (biraz bakınırsanız internette Royal Robert Hall versiyonunu bulabilirsiniz çünkü birkaç süre önce karantina sağ olsun youtubeda canlı yayınlandı) buna rağmen zayıf bir uyarlama. Öncelikle başrollerden birisi etkileyici bir sese sahip olması gereken bir opera sanatçısı adayı ama oynayan kişide o ses yok. Hayalet de en azından müzikalde harika bir şekilde şarkı söylemeli ve... Gerard Butler seni severim ama...
Gerçek sahne versiyonunu izledikten sonra film versiyonunun anlamı kalmayan müzikal. Üstelik bu ilk film versiyonu da değil. Gene de izleyebilirsiniz, hatta kitabını da okuyabilirsiniz, keyiflidir.
not: Minnie Driver, seviyorum seni.
Kişisel tercih ama ben Rent'i sevmiyorum, sevenine de mani olmuyorum. Her izlemeye çalıştığımda bazı sahnelerinde eğlensem de (aldatmalı tango bölümü gibi) genel olarak New Yorklu gençlerin uyuşturucu, sanat ve yaratım batağında debelenme halleri sıkıyor beni. Kötü değil, sadece ben sevmiyorum, izlerken eğlenmiyorum falan filan feşmekan. Hakkında yazarken bile sıkıldım.
Önemli bir rol verildiğinden Beyonce'yi de görebildiğimiz (Diva başka bir filmi rolü çok küçük diye beğenmeyip reddetmişti), 60lı yıllarda siyahi bir soul kız grubunun yükselişi ve bu arada yaşadıkları üzerine bir müzikal yapım. İzlerken eğlendiğimi hatırlıyorum ama sevdiğim müzikalleri sayarken aklıma gelmiyor. Sonra Glee'nin ona atıfta bulunduğu kısmı filmden daha çok sevdiğimi fark ediyorum falan. Aslında 60larlı her şey bende yarışa 3-0 önde başlar. İlginç.
Canım sıkkın olduğunda gidip izlediğim filmlerden ve hayır, bu beni utandırmıyor. İnanılmaz derecede şirin ve anında keyfi yerine getirme garantili çünkü. Ve Amy Adams'ı seviyorum.
Prenses Giselle'in düğününe koştururken müstakbel kötü cadı kaynanası tarafından (ki evleneceği Yakışıklı Prensin de kötü cadı üvey annesi olur) bir kuyuya itilerek "asla rüyaların gerçek olmadığı bir yere gönderilmesi ile macera başlar: Yani New York'a. Masal dünyasından çıkıp gerçek dünya ile karşılaşan ve onu bulan avukat tarafından başta deli sanılan Giselle rolüyle Amy Adams harikalar yaratıyor çünkü kocaman gözleri, narin hareketleri, tatlı sesi ve daima pozitif haliyle gerçekten de tam bir Disney Prensesi. Enchanteed neredeyse bütün masal ögelerini kendi potasında öyle güzel eritiyor ve hem onlarla dalgasını geçerken hem de gene bizzat bu masalların sattığı hikayeyi ufak tefek yoldan çıkışlarla öyle güzel satıyor ki, hem içiniz ısınıyor hem de içinizi ısıtan şeyin aptallığına gülüyorsunuz.
Ciddiyim, harika bir film. İzleyin.
9. Hairspray (2007)
2007'nin Hairspray'i aslında 80lerde yapılmış aynı isimli müzikal uyarlaması olan filmin yeniden çekimi. Yani Batı cephesinde yeni bir şey yok.
Ama bununla beraber 60ların başında geçen, liseli bir genç kızın yerel televizyona çıkma ve okulun popüler çocuğunu kapma hayallerinden ırk ayrımcılığına bağlanan ve bütün bu mesajları 60lar kültürünün parlak bir yansıması olmayı bir an bile kaybetmeden vermeyi başarabilen eğlenceli bir müzikal. Ayrıca bize seksi bir Michelle Pfeiffer, tercihe göre daha da seksi olabilecek kadın bir John Travolta, okulun popüler çocuğu olarak yeniden Troy Bolt-Zac Efron'u sunuyor ki hepsi görülmeye değer. Ayrıca Amanda Bynes'ı ve bir önceki film olan Enchanted'ın Yakışıklı Prensi James Mardsen'ı da görmek güzel, ki açıkçası ikisi favori karakterlerim. Üstelik ilk filmin yönetmeni John Waters'ın da filmde bir rolü var ki daha önce de belirttiğim gibi kendisiyle hınzır bir ilişkim bulunmakta. Bir miktar seviyor olabilirim, evet.
Hairspray iyi şarkılarıyla eğlenceli bir yapım. Tavsiye ederim.
10. Sweeney Todd The Demon Barber of Fleet Street (2007)
Ve gedik ergenliğimin favori yönetmenine, hala en sevdiğim stopmotion animasyonların ve açıkçası birazcık ucundan da favori Batman filmlerimden birinin yaratıcısının müzikal işine: Tim Burton ve Sweeney Todd.
Çok seviyorum. Sweeney Todd karanlık ama bir şekilde sevimli atmosferi, insandan yapılmış turtaları ile karanlık bir intikam hikayesine bağlı bol bol cinayet arasında verdiği "ama çok tatlılar yaaa.." hissi ile... Tamam, belki biraz tuhaf zevklerim olabilir. Ama Tim Burton, Johnny Depp ve Helena Bonham Carter bir araya gelip, Danny Elfman'ı da yanlarına aldıktan sonra üstüne Alan Rickman ve Les Misrables'da da ayrı sevdiğim Sacha Baron Cohen'i ekleyince... Yani ortaya çıkan iş gerçekten çok iyi. Üstelik farklı bir noktada da duruyor çünkü Tim Burton hala Tim Burton ve bu da bir müzikal uyarlaması olsa da oyunu kendi kurallarına göre oynuyor. Sonuç olarak tamı tamına bir Tim Burton filmi izliyorsunuz: Ve gerçek Tim Burton filmlerinin daima bende ayrı bir yeri olacak.
Ayrıca bazen durup dururken kendimi "Oh Mr. Todd, I am so happy, i could eat you up i really could you know what i'd like to do Mr. Todd what i dream..." derken buluyorum bu yüzden...
11. Mamma Mia! (2008)/Mamma Mia! Here We Go Again (2018)
Bu listede herkesin ama herkesin bileceği filmlerden birisi mi? Evet. ABBA'yı açılımını bilmediği siyasi bir örgütlenme zanneden bir nesle grubun neredeyse bütün şarkılarını ezbetletti mi? Evet. 10 yıllık bir aradan sonra çekilen devam filmi ilkinin yanına bile yaklaşamasa da bir şekilde bizi mutlu etti mi? Buna da evet. Cher'i görmeyi seviyor muyuz? Eveeeeeaaaağt!!!
Yıldız dolu kadrosu ile ilk film hala en çok bilinen ve sevilen müzikal filmlerden biri. Aynı yıldızları daha az bilinen genç oyuncularla bir araya getirerek üstüne bir de Cher kuvveti ekleyen ikinci film bir şekilde hoş bir nostalji yaratarak kalbimizi çaldı. Sonuç olarak hala izlemediyseniz gerçekten şimdiye kadar neredeydiniz?
12. Nine (2009)
Nine'ı sevmeyi, deliler gibi sevmeyi, müzikal film önerisi isteyen herkes için çıkarıp masaya vurmayı çok istiyorum ama... Ama...
Nine sinemanın tartışmasız olarak gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinden Fellini'nin gene tartışmasız olarak en iyi filmlerinden biri olan 8½'nin müzikal olarak uyarlanması ve bütün sorunlarının başlangıcı da bu. Uyarlandığı film bir başyapıt (Buraya bir mutlaka izleyin notu.). Ne olursa olsun onun üstüne çıkmasının imkanı yok. Ve aynı konuda tür tamamen farklı olsa da daha iyi bir alternatif izlemiş olmak bu müzikal filmin baştan kaybeden olmasına neden oluyor ne yazık ki. Üstelik konunun ilerleyişine tamamen sadık kalıp sadece müzikal olarak çekilseydi belki gene tamam ya, aslında iyi denebilirdi. Ama yönetmen Rob Marshall ilerleyişteki bazı kilit noktaları değiştirerek hikayenin içini de boşaltıyor ve Fellini ile devleşen bir yönetmenin yaratım sürecini anlatması ile aslında bir açıdan da çok kişisel olan konu Marshall ile sıradanlaşıp "tonla paraya ve iyi oyunculara sahibiz o zaman parıl parıl ama boş bir Hollywood filmi çekelim"e dönüşüyor. Yani performans odaklı bir sahne müzikalinde buna takılmayabiliriz ama modern zamanda çekilmiş ve atası bu derece güçlü olan bir filmde? Üzgünüm, insanın gidip tekrar 8½ izleyesi geliyor.
Evet, biraz katı davrandım ama kulağı geçemeyen boynuza kim saygı duyar ki?
Bunun dışında film görsel açıdan cidden iyi. Bir iki tane sevdiğim şarkı da var: Guido Song, Be Italian ve Cinema Italiano çok eğlenceli. Daniel Day-Lewis yaratım sürecinde ve bir sürü kadın arasında sıkışıp kalmış İtalyan yönetmen Guido rolünün hakkını veriyor ama Daniel Day Lewis aka. yaşayan en iyi aktör (tamam biraz abarttım ama kesinlikle yaşayan en iyi oyunculardan biri) ne zaman bir rolün hakkını vermiyor ki? Fergie kısacık kısmıyla felaket akılda kalıyor. Judi Dentch bütün bu kadın kalabalığı arasında görmekten en çok hoşlandıklarımdan biri oldu. Gene de bütün Daniel Day-Lewis aşkıma rağmen Nine bir şekilde... eksik. Ve bu beni Rob Marshall'ı yaraladığından daha fazla yaralıyor.
13. Burlesque (2010)
Christina Aguilera muhteşem şarkı söylüyor... Berbat bir oyunculuk sergiliyor. Eğer buna katlanmaya gönlünüz varsa ya da ergenlere yönelik televizyon filmleri ile Disney Channel'dan zaten kötü oyunculuğa karşı aşınızı vurunup geldiyseniz bu filme de mutlaka bakın çünkü adından da anlaşılacağı üzere burlesque üzerine ve gerek Cher gerekse Xtina'nın sahnede bu sanatı icra ettiği kısımları izlemek çok eğlenceli. Onun dışında bir köyden indim şehire hikayesi, daha fazlası değil.
Sonuç olarak kesinlikle izlenmeye değecek performansları olan ama onun dışında idare eder bir film Burlesque.
14. Les Misérables (2012)
Ah Les Misérables, üzümlü kekim...
Açıkçası en sevdiğim klasik edebiyat romanlarından birinin müzikal uyarlamasının beyaz perde versiyonu olan (biliyorum, bunlardan bu listede çok var) Les Misérables film olarak da harika bir prodüksiyon. Adamlar basmış parayı gibisinden harika. Ve evet, şarkı söyleyemeyen Russell Crowe'una rağmen (üstelik oyunculuğu çok iyi o yüzden kendisini affediyoruz). Ayrıca benim sahnede kendi gözlerimle görmek istediklerimden biri çünkü ciddiyim, başlı başına epik. Ayrıca Cats'i yönetmesini affedecek kadar sevdiğim Tom Hooper'ın işlerinden biri ki, bu adam gözünüzü okşayacak sahneler nasıl çekilir, gayet iyi biliyor. Şarkılardan bahsetmeye gerek var mı bilmiyorum çünkü aynı zamanda bence en güzel soundtracklerden birine sahip müzikallerden biri.
Les Misérables iyi bir tane, kesinlikle izlenmesi gereken bir tane. Böylece hep beraber "do you hear the people sing singing the song of angry man it is the music of the people who will not be slaves again!" söyleyip kendimizi katılamadığımız bütün devrimler adına gaza getirebiliriz.
Cidden. Yapalım bunu.
15. Into The Woods (2014)
Gene Rob Marshall... Size dedim, bu arkadaşı bıraksan sabah akşam müzikalleri beyaz perdeye uyarlar.
Ve Into The Woods pek beğenilmese de aslında benim Rob Marshall elinden çıkmış filmler arasında Chicago'dan sonra favori işim. Üstelik Stephen Sondheim da işin içinde ki kendisi bir maestro. Aralarında şarkı söylenen müzikli film yerine tıpkı Evita gibi tamamen müzikal olarak ilerleyen Into The Woods Fasulye Sırığı ve Jack'ten, Külkedisi'ne, Kırmızı Başlıklı Kız'dan Rapunzel'e birçok farklı masalı aynı kazana koyup aysız bir gecede biraz adam otu, kurbağa salyası ve bir yılanın üç bahar önce terk ettiği derisini ekleyip güzelce karıştırarak masalların yapısını değiştirip, bazılarının mutlu sonlarından sonrasını bazılarının ise alternatif sonlarını aynı ortak hikayeye çeviriveriyor. Oyunculuklar gerçekten iyi, sırıtan tek bir kişi bile yok, herkes şarkı söyleyebiliyor. Hala insanlar neden bu filmin bu kadar kötü olduğunu düşünüyor anlamıyorum o yüzden bir yerlerden AGOOOONYYYY diye bağırma hakkım var bence.
Müzikal seviyorsanız, masal seviyorsanız daha da önemlisi her ikisini birden sevip bir de masallara alternatif sonlar ihtimalinden hoşlanıyorsanız Into The Woods izleyin.
16. La La Land (2016)
Bu film ilk duyurulduğunda felaket heyecanlamıştım ben. Çünkü uzun zamandır piyasada bir müzikal yoktu ve zaten izlenecek her şeyi izlemiş artık tekrarlara geçmiştim. Bu bağlamda caz müzik üzerine yeni bir müzikal mi? Verin. Onu. Bana.
Ama filmi izledikten, filmi izlerken heyecanlandıktan sonra sinemadan çıkıp biraz daha heyecanlı kalmaya devam ettikten sonra bir şeyler değişti? Yani film görsel açıdan kesinlikle çok başarılı, bu sebeple izlerken keyif alıyorsunuz. Sinema tarihine saygı duruşunda bulunduğu kısımları özellikle ayrı seviyorum, benim için sahnelerin nereye selam çaktığını keşfetmeye çalışmak büyük keyifti. Hikaye de yeni bir şey sunmasa da beni eğlendirmedi değil. Ayrıca oyuncular da oyuncu olarak... İyiler. Ama baş roller bile (hatta özellikle baş roller) iyi şarkı söyleyemiyor? Film ekibi ve buna bağlı olarak fanları bu durumu iki baş rolün de şöhret peşinde koşan yarı amatörler olmasına ve bu seçimlerin gerçekliği arttırmasına bağlıyorlar; yani bu açıdan doğru. Ciddi bir müzikal sever olarak kendilerine şunu demek istiyorum: Başlarım sizin realitenize... Tamam bu biraz ağır oldu. O zaman diyeceğim şu: Kimin umurunda? Burada müzikal temelli bir yapımdan bahsediyoruz ve üzgünüm ama bir müzikal izliyorsam iyi şarkı söyleyen insanları dinleme hakkım olduğuna inanıyorum. Ayrıca filmin temelini oturttuğu caz müziği tam olarak anladığını ya da ona hakkını tam olarak verdiğini de düşünmüyorum. Bu açıdan da bir miktar "white-washed", evet.
Sonuç olarak La La Land hoş ama birazcık boş bir film. Aşırı abartıldı ve bunu bende de yarattığı heyecanı bildiğimden o dönemde olan yokluğumuza bağlıyorum. Son olarak Oscar sahnesindeki malum karmaşaya ise ölüm döşeğimde bile güleceğim (Ve Moonlight hak etmişti).
17. Beauty and Beast (2017)
Neden. Şarkı. Söyleyemeyen. Üstüne. Daima. Aynı. Şekilde. Sözde. Rol. Yapan. Birini. Disney'in. En. Ünlü. Animasyon. Müzikallerinden. Birinin. Baş. Rolüne. Getiriyorsunuz?
Belle kitap okuyordu, Emma Watson da çocukken çok kitap okuyan bir karakteri oynadı blah blah blah trala la la la hadi o zaman kendisini Belle yapalım!!!!
Bu rol için Emma Watson'ı seçen herkesi ipek eldivenimle tokatlamak sonra da eteklerimi sürüye sürüye sahneyi terk etmek istiyorum, evet. Çünkü 2017ye ait Beauty and Beast live-actionı Belle'in elbisesinden bizzat kendisine kadar koca bir hayal kırıklığı. Ve ben Mulan ve Megara'dan sonra en sevdiğim Disney prensesi olan Belle'i bu hale soktuğu için (çünkü o son dakika cadılar bayramı kıyafetleri satan bir dükkandan alınmış gibi görünen elbiseyi de "ben korse giymem kadın haklarına aykırı, Belle modern bir prenses peh peh peh" diyerek bu şekle getiren bizzat çok değerli Hermoniemiz) Emma Watson'a hafiften gıcık oluyorum. Evet. Hala. Autotunedan kendi sesini duyamıyoruz; düşünün ne kadar şarkı söyleyemiyor.
Artık Harry Potter rüyandan uyan ve gerçeklerle yüzleş Hollywood. Emma Watson rol yapamıyor. Bırak da kadın hakları kampanyasını yürütmeye devam etsin. Orada da saçmaladığı oluyor ama en azından haklı bir dava için çalıştığından göz yumabiliyoruz. Yani gerçekten koskoca ve zaten ne olursa olsun Disney fanları tarafından deli gibi izlenecek bir filmi fazladan üç bilet satabilmek için mahvetmene değdi mi? Bir de araya daha çok bilet satabilmek için ufak bir Lefou aslında Gaston'a aşık hikayesi sıkıştırdınız ama bunun üzerinden sıyırıp bıraktınız. Gerçekten daha nereye kadar gideceksiniz diye merak ediyorum bazen.
Neyse, bunun dışında Luke Evans Gaston, Josh Gad ise Lefou rolüyle filmin aydınlık yüzü. Ayrıca Be Our Guest sahnesi filmde en sevdiğim sahne. Bunun dışında Güzel ve Çirkin izlemek istiyorsanız sizi 1991 yapımı Disney animasyonuna alalım. Alternatif isteyenler için Karanlık bakış açısıyla 2014 yılından Fransız yapımı La Belle et La Bete aslında bu masalın en sevdiğim versiyonlarından biri, müzikal değil ama tavsiye ederim.
18. The Greatest Showman (2017)
Müzikal aşkıyla Hugh Jackman gene karşımızda... Şükürler olsun.
Aslında otobiyografik bir müzikal olan The Greatest Showman beni bir miktar güldürüyor çünkü burada Hugh Jackman tarafından canlandırılan ve ailesine duyduğu büyük sevgi ile hayallerinin peşinden koşan ve pamuk gibi biri olan P. T. Barnum aslında kocaman bir düzenbazın teki. Hollywood etkisi işte, aslında insanları otelde rehin tutan ve onları sömüren bir adamın hayat hikayesini kurtarıcı olarak anlatıp hepimizi ağlatır, dünyanın en büyük üçkağıtçılarından birini oynaması için herkesin bebilikosu Hugh Jackman'ı tutar ve gene hepimizi ağlatır... Belki. Fazlasıyla duygusalsanız.
Ama bu konuyu bir kenara bırakırsak The Great Showman güzel bir müzikal. Bir adamın toplumun dışlanmışları ile bir sirk kurup hepsine hem bir aile hem de kabul edildikleri bir ortam sunmasının, bu arada kendimizi de bütün tuhaflıklarımızla kabul etmemizi salık vermesinin tatlı bir hikayesi. İzlenebilir. Bu arada P. T. Barnum'u da araştırın ama. İlginç (?) bir adammış. Ayrıca bir psikolojik fenomene de ismi verilmiş birisi. Ah Hollywood daha kaç düzenbazı allayıp pullayıp bebeğimiz gibi bağrımıza bastıracaksın acaba?
19. Marry Poppins Returns (2018)
2000ler sonrası müzikal film diye yazılır Rob Marshall diye okunur mu desek, ne desek artık? Çünkü evet, son Marry Poppins filmi de Rob Marshall elinde çıkma. Gerçi şaşırtıcı değil, arkadaş aynı zamanda Broadway'de oyunlar yönetiyor ve eski dansçıymış ama...
Aslında bu filmi sadece bu yazıyı tamamlayabilmek ve Hamilton ile patlamış olan Lin- Manuel Miranda'yı görebilmek için izledim. Ve bu sefer İngiliz aksanlarında sıkıntı yok?
Çocuklar şirindi. Emily Blunt'ı da Marry Poppins rolünde o kadar da garipsemedim, yani kötü bir iş çıkarmamış aslında. Ama film film olarak... çok da eğlenceli değildi. Devam filmi olarak ise en azından teknik anlamda şu anda daha "kaliteli" bir şekilde çekilmiş olsa da ilk filmin büyüsünden yoksun bence. Sonuç olarak gidip tekrar izlemem ya da şarkılarını kendi kendime söylemem.
20. Alaaddin (2019)
Alaaddin beni güldürüyor çünkü Guy Ritchie (üzümlü kekim) bu filmi çekip Disney'den çekini aldıktan sonra gidip kendi kafasına göre bir film yaptı. İyi ki de yaptı hahahahaha
Alaaddin kendi başına kötü bir iş değil. Oyuncu seçimleri yerinde (özellikle Will Smith Cin olarak döktürüyor), bir başka Disney animasyonu uyarlaması olarak listedeki diğerinin aksine izlemesi eğlenceli. Orijinal animasyonun hakkını veriyor ve bunun dışında hakkında söylenecek fazla bir şey yok açıkçası. Bir iki yerde Guy Ritchie diyalogları parlasa da yönetmen bu filmde daha çok Disney ne istediyse onu yapmış gibi görünüyor. Oysa Ritchie Kral Arthur üzerine film çekip yuvarlak masa şovalyelerini pubda soygun planlayan Brit delikanlılara döndürmüş bir adam. Sanırım daha fazla Guy Ritchie dokunuşu olsa nasıl olurdu diye daima merak edeceğim bir film Alaaddin ama bunun dışında bir şeye itirazım yok. Ne orada ne burada, derli toplu bir müzikal uyarlaması işte.
21. Rocketman (2019)
İşte geçen seneden favori filmlerimden biri. Ve kimse bir şey söylemeden bombayı patlatayım: Kesinlikle Bohemian Rhapsody'den daha iyiydi.
Elton John'un çocukluğundan itibaren hayatını anlatan Rocketman pop müziğin kralına yakışan bir yapım. En az onun kadar gösterişli, eğlenceli ve bazı bazı da burucu. Zaten iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Taron Egerton Elton John'u etkileyici bir şekilde kavrayıp bize de yansıtıyor. Yani belki karşılaştırma yapmamak lazım ama açıkçası Mercury performansı ile Oscar kazanan Rami Malek'i sadece kötü bir taklit gibi gösteren bir performans bu. Elton John'un hayatının anlatılan döneminde yaşadığı acı ve bunalımları siz de hissediyorsunuz ve bu iyi bir oyunculuk demek. Rami Malek de dişler, gözler ve bazı sahnelerde boy farkına odaklanmaktan Freddie olduğunu unutmuştuk (Ayrıca Rami'nin Freddie Mercury'nin utangaç yapısı ve zekasını yansıtmakta fena afalladığını düşünüyorum kendisini daha çok "ben en iyisiyim" şeklinde takılan bir karaktere dönüştürdü ki bu bana bir miktar battı.). Taron Egerton çok ama çok başarılı.
Bunun dışında film hikaye anlatımı olarak da başarılı. Düz bir şekilde akmıyor ama şarkılar ve öykü arası geçişler o kadar hoş ki zaman akışı kendi içinde mantıklı geliyor ve bu gidip gelmelerden zevk alıyorsunuz. Şarkılar ise tabi ki güzel, sonuçta Elton John, üstelik film için yazılan özgün şarkı da buna dahil.
Sonuç olarak Rocketman kesinlikle çok iyi bir film, başarılı bir müzikal. Arada kaynayıp gitmiş olması beni hep bir miktar üzecek. Gidin ve izleyin, pişman olmayacaksınız.
22. Cats (2019)
Hayır. Sadece... Hayır. Yani benim gibi bazen kötü filmler izlemeyi seven bir insansanız tecrübe etmelisiniz ama sonsuza kadar müzikallerden nefret etmenizin sorumlusu olmak istemem. Zaten müzikali de bulup izlemiştim, aslında onu da sevmem. Tom Hooper sen Les Misérables'ı, The King's Speech'i, The Danish Girl'ü, Damned United'ı (aslında düşündüm de adamın sevmediğim filmi yok) çekmiş yönetmensin, bunu bize ve kendine neden yaptın?
________________________________________________
Ve müzikaller dosyasında güncele... Geldik. Bundan sonra yeni bir müzikal ne zaman çıkar bilmiyorum. Ama gene başarılı bir Broadway işi olan Wickes post-prodüksiyonda mesela. Ayrıca gene ortalığı yıkıp geçirmiş Hamilton'ı da beyaz perdeye uyarlayacaklar. Ve tabi ki daha önce bahsettiğimiz West Side Story'nin yeni çekimi de var ki en yakında çıkacak olan bu gibi. Sonuç olarak müzikallerin senede 100 film günlerine geri dönme ihtimali yok ama hala arada sırada ortalığa dökülüp bizi mutlu etmeye devam edecekler. Bu arada ben en sevdiklerimi 152655 defa falan izlerim herhalde.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere... Bana katlandığınız için teşekkürler. Son olarak Into The Woods'tan en sevdiğim kısım çünkü bu yazıyı bitirene kadar kafamda çaldı. Ve ayrıca çok komik. Prensler.. Meh.
























Yorumlar
Yorum Gönder