Müzikal Filmler Dosyası Vol. 2: 60lardan 80lere...
Eveeeeeeeet, müzikaller hakkındaki yazı dizime devam ediyorum çünkü ben ördek beyinlinin tekiyim ve bir başladım mı aynı konuda vaklamadan duramıyorum (Ayrıca pek de bir şey izlemiyor olabilirim. Belki. Buralar biraz karışık...). O yüzden hadi biraz daha zırvalamaya başlayalım:
50leri kadın hakları ihlalleri (pek sayılmaz), balo etekleri ve uzun eldivenleri (bu da eh belki işte) ile geride bırakıp 60lara geldiğimizde müzikallerin hem sayıca azaldığına hem de hafiften yapı değiştirdiğine şahit oluyoruz: Sayıca azalıyorlar çünkü hem Hollywood'un stüdyo ve sendika yapısı değişmeye başlıyor böylece bir şirket eli altındaki oyuncuları eskisi kadar öyle rahatça oradan oraya sürükleyemiyor hem de artık oyunculardan beklenen "rol yapma" yeteneği ağırlıklı olarak dans ve şarkıcılık çevresinde dönmemeye başlıyor. Ayrıca bir önceki yazımda da söylediğim gibi müzikaller pahalıya patlayan prodüksiyonlar; kar etme odaklı yapımcılar eskisi kadar para getirmeyen bu türe eğer zaten bilet sattıracak oyuncular ya da tutması garanti/bilinen bir hikaye ile başarı garantilemiyorsa şüpheyle yaklaşmaya başlıyorlar. Sinemanın sadece bir eğlence yolu değil aynı zamanda bir sanat dalı, bir ifade biçimi olarak görülmeye başlaması durumunun daha genele yayılmaya başladığı zamanlar bunlar; müzikler olmadan da kendini ifade edebilen sinema doğal olarak müziksiz kendini ifade edemeyen müzikallere eskisi kadar ihtiyaç duymuyor da olabilir. Bunun yanında müzikaller yapı olarak da değişiyor; dönemin politik rüzgarları sağ olsun 60lardan sonra kendini politik anlamda da ifade eden, sadece iki aşık arasındaki anlaşmazlığa bağlı komediyi anlatmakla yetinmeyip protestoları, entelektüel düşünceleri, yaratım bunalımlarını da içine sıkıştıran müzikallere denk gelmeye başlıyoruz. Doğal olarak Broadway ile olan sıkı fıkı ilişkiler de hız kesmeden devam ediyor ve bir çok Broadway müzikali klasiğinin en bilinen uyarlamalarını bu aralıkta görüyoruz. Ve tabi ki müzikal filmlerin en bilinen ve sevilen örneklerini de...
Yanlış anlaşılmasın; müzikaller hala seviliyor ve ilgi görüyor (hakkında konuşacağımız birçok müzikal Oscarları süpürmüş, sonradan birçok başka filme ilham olup günlük dile girmiş deyimler yaratmış ya da şu anda kült olarak kabul edilen filmler olacak). Sadece Hollywood'un halkın ucuz eğlencesi olarak çalıştığı ve günden güne tek bir şirket eliyle daha fazla daha fazla hep daha fazlasını üretmeye çalıştığı ilk zamanların aksine sinemaya hakim olan tür olma işini bırakıyor. Ve bu seçici tavra bağlı olarak üzerinde daha çok düşünülmüş, çalışılmış ve açıkçası daha orijinal ve iyi müzikaller görmeye başlıyoruz (Senede 100den fazla ürün üreten hiçbir yaratıcı sektörün her işi iyi olamaz, kabul edelim.). 70ler ve 80ler ile ise müzikaller gittikçe daha da azalıyor ama aynı zamanda en sıradışı örneklerini de veriyor: Efsanevi Rocky Horror Picture Show gibi ki favorilerimden biridir.
Ama bu dönem müzikallerinden liste halinde bahsetmeden önce anmak istediğim bir isim var: Bob Fosse. Müzikal ve dans tanrısı. Amerikan sinemasının dünya kültürüne en büyük hediyelerinden birisi. Bu koreograf, yönetmen, tiyatrocu, oyuncu aslında 50lerin ortasında sinema dünyasına dansçı olarak girmesine rağmen 70li yıllarda müzikal dünyasının en iyi işlerini yapıyor; disko kültürünün bir kısmını ve Michael Jackson'ın dansını şekillendiriyor (Pop kültür referanslarını sevenler için ayrıca Beyonce'nin ikonik All The Single Ladies dansı da eski bir Fosse koreografisine dayanıyor mesela). Modern dansçı olan Fosse caz ve bale elementleri ve modern figürleri karıştırarak kendi tarzını yaratıyor ve bunu koreografisini yaptığı her işte fark edilir kılmayı başarıyor. Kendisi aslında bir oyun olan Chicago'yu müzikale dönüştüren adam (Film versiyonu değil filmi severim ama müzikal başka). Cabaret'yi çeken kişi. Fosse ile ilgili belgeselde söylenen bir söz vardı: "Yaptığı bir işe bir bakış attığınızda onun Fosse'ye ait olduğunu anlardınız. ...Tıpkı Picasso'nun bir işini gördüğünüzde Picasso olduğunu anlayacağınız gibi." Ve evet, tam olarak bu.
Sonuç olarak Fosse harikaydı, bir dönemi tanımladı ve bu tarzda şeylere ilginiz varsa üzerine olan belgeseli hatta Sam Rockwell'in onu oynadığı mini diziyi izlemenizi tavsiye ederim (Sam Rockwell'e yarı yarıya yanık olduğum da buraya dipnot olarak düşülsün. Favori oyuncularımdan biri). Bunun yanında bu dönemde Barbra Streisand da anılmaya değer biri, ki kendisinden bir miktar konuşacağız da.
Şimdi müzikaller:
(Tıpkı önceki yazımda olduğu gibi kronolojik sırayla yazıyorum, çünkü bazı fazla bayılmadıklarım ama önemli olanlardan da bahsedeceğim. Bu seferki biraz daha kalabalık bir liste olacak, sonra uyarmadı demeyin.)
1. West Side Story (1961)
Ah, West Side Story... Sene 2020, sen çıkalı neredeyse 60 yıl olmuş ve ben hala seni seviyor muyum yoksa sevmiyor muyum karar veremedim. Üstelik en ünlü ve en başarılı müzikallerden biri olarak kabul edilirken ve arada canım sıkılınca açıp izlediğim müzikal sahnelerinden, en sevdiğim müzikal şarkılarından biri tam da senin America'nken... Gee Officer Krupke'ye her seferinde güler ve gene Cool'a bayılırken...
West Side Story modern bir Romeo ve Juliet uyarlaması ve büyük ihtimalle biz tam da bu konu yüzünden anlaşamıyoruz. Harika bir müzikal; danslar da müzikler de gerçekten iyi, Shakespeare kökenleri sağ olsun draması tam yerinde ama bende Shakespeare'in en abartılmış ve artık kullanıla kullanıla suyu çıkmış Romeo&Juliet (farklı ailelerin düşman çocukları olayı, evet) temasını görünce bünyemde dayanılmaz bir başını başka tarafa çevirme ihtiyacı oluşuyor. Bu yüzden de bazı kısımlarını açıp açıp izlediğim West Side Story ile pek anlaşamıyoruz. Ama bu onu kötü bir iş mi yapar? Kesinlikle hayır, bu sadece benim kendi aptal kaprisim. Üstelik başta bahsettiğim politik meselelere değinme durumu bu müzikalde de gördüğümüz bir şey; en sevdiğim şarkısı olduğunu söylediğim America açık bir şekilde özgürlüklerin ülkesi Amerika'da umut arayan göçmenlerin sorunları ve dışlanması hakkındayken birbiriyle savaşan iki çeteden Sharklar Puerto Rico'lu azınlıklar Jetler ise beyaz Amerikalılar. Tabi ki bu iki taraf sürekli bir atışma içinde ve Jetlerden Tony aslında iki çetenin birbirine meydan okuyacağı dansta (evet, bölgenin hakimini belirlemek için bir dance-off yapmaya karar veriyorlar, çünkü bu bir mü.zi.kal) Sharkların lideri Bernardo'nun kız kardeşi Maria'ya tutulunca işler karışıyor. Modern Romeo ve Juliet demiştim. Gene de West Side Story klasikler arasında yer alan müzikallerden birisi ve bir "kesinlikle-görülmeli".
Son olarak Spielberg bu filmi tekrar çekiyor (evet, Hollywood artık konu bulamadığı için her şeyi bir güzel tekrar çekiyor ve ben bundan bir miktar nefret ediyorum; üstelik Spielberg Mpielberg, zaten iyi olan bir işe neden gene bulaşırsın ki?) ve baş rollerinde Ansel Elgort ile sanırım yeni keşif Rachel Zegler var. Zaten Tony ve Maria'yı sevmiyordum, bana izlemem için sebep vermediğiniz için teşekkür ederim (gene de izledi, çünkü müzikal. Ve Spielberg. Ve merak ediyor.). Filmin normalde bu sene çıkması gerekiyordu ama şu anki durumlar sebebiyle ne alemdeler, ertelendi mi yoksa zaten yıl sonunda geleceği için şimdilik akışa mı bıraktılar; bilmiyorum. Bu da ek bir bilgi olarak aklınızda bulunsun.
Kendime not: Romeo ve Juliet'ten haz etmemeyi bırak artık.
Bu müzikali Madmen yüzünden izlediğim gerçeği... Bir bölümünde bunun açılış sahnesi üzerine bir reklam çekmişlerdi ve ondan sonra merak edince müzikali bulup... Neyse, açılış sahnesi gerçekten dikkat çekicidir. Sesimin berbatlığına aldırmadan söylediğim şarkılardan biri ayrıca çünkü sürpriz sürpriz: Müzikale adını veren şarkıyı sesiniz kötüyse daha iyi söylüyorsunuz.
Ki Bye Bye Birdie de aslında başka bir şeyden etkilenmiş bir müzikal: Elvis Presley'nin 1957'de askere gidişi sonucu fanlarının kopardığı yaygaradan. Ve müzikal de bu şekilde açılıyor: Dönemin genç kızlarının sevgilisi Conrad Birdie askere alınıyor, ülkenin dört bir yanındaki genç kızlar bununla ilgili protestolarda buluyor, sonra Birdie'nin menajeri paraya da ihtiyacı olduğu için Conrad Birdie askere gitmeden önce ülkeden bir genç kızın onu televizyonda öpeceği böylece fanlarına veda edeceği bir etkinlik düzenlemeye karar veriyor. Seçilen genç kız Kim buna çok seviniyor (yani hangi genç kız dönemin ilahı tarafından öpülmek istemez, ben değil) ama sevgilisi Hugo için aynısı geçerli değil. Film bütün bu gençlik draması içinde gelişip gidiyor ve bize güzel birkaç dans sahnesi, iyi bir gençlik komedisi ve söylemesi çok eğlenceli Bye Bye Birdie şarkısını bırakıyor.
Bye Bye Birdie ergen dramalarını sevenler için de iyi bir alternatif. Konusunu sevenler ama müzikal çekemem diyenler için (o zaman bu yazıda ne işiniz var gerçi?) 90larda bir de filmi çekilmiş ama hakkındaki yorumlar iyi olsa da izlemedim. Bir ara belki bakarım, kim bilir...
3. Mary Poppins (1964)
Ya bir başka deyimle supercalifragilisticexpialidocious. Evet, bu müzikal hakkında söyleyeceğim tek şey bu çünkü tanımı tam olarak da bu; supercalifragilisticexpialidocious ama dikkatli kullanmalı çünkü fazla izlerseniz bir anda karınıza aman en sevdiğiniz müzikallerden birine dönüşebilir. Belki. Eğer küçük çocuklar, sihirli dadılar, şemsiyeler ve Julie Andrews'a düşkünseniz (Princess Diaries sayesinde ben düşkünüm de.).
Marry Poppins sihirli ve harika ötesi bir dadı hakkında bir müzikal. Nereden gelip nereye gittiğini kimse bilmiyor ama bir şekilde bağları dağılmak üzere olan ailelerin hayatına çocuklarına dadılık yapmak gayesiyle giriveriyor ve yavaş yavaş hepsinin hayatını değiştirirken işi bittikten sonra da hepimizi üzerek kayboluyor. Eğer aile bağları üzerine cici ve belki de biraz hüzünlü hikayeler seviyorsanız, sizin için biçilmiş kaftan. Ayrıca Dick Van Dyke bu filmde resmi olarak kabul edilmiş en kötü İngiliz aksanını yapıyor, aklınızda bulunsun.
Ve bunun da Marry Poppins Returns adıyla yeni versiyonu çekildi ama ben gene hala izlemedim (Zaten sevdiğim filmlerin yeni versiyonlarına biraz çekingen yaklaşmak huydur bende). Yazı dizimin son bir sonraki halkasını yazmadan önce izlemeyi planlıyorum, bakalım...
4. My Fair Lady (1964)
My Fair Lady benim çok sevmediklerimden ama aşırı ünlü olduğu için bahsetmeden geçmeyeceklerimden biri daha. Konusuna göre Profesör Higgins bir arkadaşıyla berbat İngilizce konuşan eğitimsiz bir çiçekçi kızı bile muhteşem bir leydiye dönüştürebileceği iddiasına girer ve Eliza'yı sokaktan alıp yetiştirmeye başlar. Bu arada Eliza gözlerinin önünde onun hayalini kurduğu kadına dönüşürken de kendisine abayı yakar tabi. Bütün müzikal bizim eski Yeşilçam filmlerindeki "ben dönyanın en gözel garısıyem" noktasından "çayınıza şeker mi alırsınız süt mü, lordum?"a gitmek üzerinedir ve normalde her türlü baştan yaratma sahnesine kalbinde yumuşak bir köşe ayırmış olan ben nedense bu müzikali çok da sevmem. Üstelik Audrey Hepburn'e rağmen. Gerçi kendisinin bir başka müzikali olan 57 yapımı Funny Face'i de sevmem. Sanırım Audrey Hepburn ve müzikaller benim için çok da doğru bir karışım değil.
Ama benim kendi kişisel zevkim tıpkı West Side Story'deki gibi My Fair Lady'yi de kötü bir iş yapmıyor. Siz ikisi arasında kalırsanız gene de West Side Story'yi izleyin, o ayrı da, güzel kıyafetler ve hafif bir aşk konusu izlemek, arada kelime hataları üzerine kurulu komik diyaloglara gülmek istiyorsanız My Fair Lady de şık kostümleri ile o kadar da kötü bir seçenek değil.
Baştan yaratma demişken... En sevdiğim baştan yaratma sahnelerinden birine sahip olan müzikale de gelmiş bulunmaktayız. Ve şu anda bundan bahsetmemin tek sebebi de bu. Dean Martin, Bing Crosby (Bing Crosby'ye bayılıyorum) ve Frank Sinatra tam da burada tarz üzerine beraber şarkı söylüyorlar. Bu kadar. İzlemeniz için bu yeterli.
Robin and The Seven Hoods, mafyalar, stil ve centilmenlik üzerine bir müzikal. Aslında gerek ekibi, gerek müzik tarzı olsun senesine rağmen bir önceki yazıdaki müzikallere çok daha iyi uyuyor. Gene inanılmaz popüler olanlardan birisi değil ama bence iyi ve zevkli bir tane. Caz sevenler özellikle bakabilir.
Gene Julie Andrews, gene dadılık... Ama bu sefer sihir yok, onun yerine gitar, Alp dağları manzaraları, yedi tane haşarı çocuk ve ufukta görünen bir aşk var.
1965 senesinde en iyi film Oscarını kucaklayan bu müzikal, perdeden yapılan elbiseleri, rahibe olmak için fazla hareketli Mariası ile Avusturya stili Mr. Darcy Albayı ile eğlencelidir, saçma bir şekilde insanı sıcacık yapan filmlerdendir. Bazı hataları vardır, açıkçası gerçek hayattan uyarlanmış ve gerçekte olan hikayeyi kendi romantizmine uydurmak için bir miktar biçip geçmiştir ama izlerken Do-Re-Mi şarkısına eşlik edip "ah o yemyeşil kırlarda ben de koşsaydım, 16ımda gizlice askere gidecek sevgilimle buluşsaydım..." demez misiniz? Dersiniz, dersiniz... Gene de gerçekte kadının hayatı ya da aşkının burada anlatıldığı kadar hoş olmayışı ilk öğrendiğimde beni bir miktar rahatsız etmişti açıkçası.
Bir Barbra Streinsand klasiği. Benim 1241562416 kişiyle beraber birileri yoluma çıkmaya kalktığında ya da beni sinir ettiğinde kendimi gazlama şarkım olan Don't Rain on My Parade'in bulunduğu müzikal. En çok bilinenlerden birisi aynı zamanda yani bir yerlerde mutlaka öneri listelerinde rastlamış olacaklarınızdan.
Funny Girl gerçek bir hayat hikayesinin perdeye uyarlanmış: Sessiz sinema dönemi oyuncusu Fanny Brice'ın hayatından esinleniyor ve buna bağlı olarak aslında günün güzellik kurallarına göre pek de hoş olmayan bu yüzden oyuncu olma hayallerine veda etmesi beklenen Fanny'nin asla vazgeçmemesi ve gerçekten sahip olduğu yeteneği ile yükselişini, aşık oluşunu, sonra bunu yürütemeyişini anlatıyor. Barbra Streinsand sadece çok iyi şarkı söylemiyor ayrıca ilk rolü olmasına rağmen gayet akılda kalan ve eğlendiren bir oyunculuk sergiliyor Funny Girl'de, öyle ki sadece onun için bile izlenir bir hale geliyor film. Ki zaten bu performansı kendisine de Oscar getirmiş bir yıl sonra.
Funny Girl eğer hala izlemediyseniz bakmanız gereken bir tane açıkçası. Ama Glee'yle uzaktan yakından bir alakanız varsa kesin görmüşsünüzdür diye düşünüyorum çünkü ilk sezonda Barbra Rachel'ın idolü olarak karşımıza çıkarken filmden de onlarca şarkı duymuştuk (benim en çok aklımda kalan Kurt'ün müzikal seçmelerinde I'm The Greatest Star söylemesi. Tatlı çocuk...)
Sonunda bu kadar müzikale saygılarımızı sunduktan sonra kişisel favorilerimden birine gelebildik: Sweet Charity. Bayılıyorum. Şuraya Lady Gaga'nın o meşhur gifini koyacak kadar çok seviyorum. Bu film gördüğüm en iyi dans sekanslarından birine sahip; ne zaman açsam ağzım açık izliyorum. Ve evet, Bob Fosse işi, aslında yazının başında ayıla bayıla bahsettiğim Fosse'nin ilk yönetmenlik işi.
Aslında bir Fellini filmi uyarlaması olan müzikal (üstelik tek Fellini uyarlaması müzikal de değil ama diğerine çok daha sonra geleceğiz) Charity adında hayat için biraz fazla safçana olan bir kadın hakkında. Bir nevi eskort olarak çalışan Charity kendisine aşık olduğu düşündüğü evli sevgilisi tarafından havuza itilip parası çalınır, umudunu kaybetmez, tuhaf tesadüfler serisi sayesinde dönemin en ünlü oyuncularından biriyle tanışır ve neredeyse yakınlaşırlar ama son anda işler değişir, umudunu kaybetmez, hiçbir şey bilmese de yeni bir iş bulmaya girişir gene umudunu kaybetmez, kaybetmez, kaybetmez... O oradan oraya sürüklenirken, harika koreografiler ve çok iyi şarkılar eşliğinde aslında acıklı hayatını izler bir şekilde siz de umudunuzu kaybetmezsiniz.
Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Yani bu yazılarda birçok müzikalden bahsediyorum (bu yüzden liste değil de dosya dedim çünkü ilk bilmem kaç sıralamaları ve ben hiç anlaşamıyoruz) ama Sweet Charity tartışmasız olarak favorilerimden biri. En azından Big Spender ve The Aloof, The Heavyweight and The Big Finish sahnelerini izleyin. Sadece çok ama çok iyi.
Zengin bir adam olsaydım yabi-dibi-dibi yabi-dibi-dibi duum~
Fiddler on The Roof yani Damdaki Kemancı şimdiye kadar saydıklarım arasında ikinci favorim olur aslında. Müzikleri çok güzeldir, hikaye alır sizi küçük kasabasında yaşayan Yahudi sütçü Teyve'nin beş kızının dertleriyle uğraştığı, yoksulluğundan yakındığı, gelenekleriyle boğuştuğu hayatına götürür, onlarla eğlenir, onlarla burulursunuz, bir süre sonra açıp gene izleyesiniz gelir. Ayrıca Türkçeye de uyarlanmış olan müzikal bilmiyorum izlediniz mi ama Elveda Rumeli dizisinin de çıkış noktasıdır; orada geleneklerle boğuşan ve sürülen Bulgar göçmenleri burada geleneklerle boğuşan ve sürülen Yahudilerdir. Genelde Yahudi hikayeleri Hollywood'da Naziler ve bütün toplama kampları kurtulanlardan olmak falan çevresinde döner bilirsiniz ama bu müzikalde Yahudilerin geleneklerini görür, sakin yaşamlarına da şahit olursunuz. Güzel bir film, harika bir müzikaldir, hala izlemediyseniz tavsiye edilir.
10. Cabaret (1972)
Willcommen, biennevue, welcome, im cabaret, au cabaret, to cabaret...
Bir başka Bob Fosse işi buna bağlı olarak bir başka efsaneleşmiş dans sahnesi, bir başka klasik.
Cabaret tam da 3. Reich öncesi Almanyası'nda Berlin'deki bir kabarede geçiyor: Burada aslında Amerikalı olan Sally Bowles, Kit Kat Club'ın sahibi ve eğlencelerin yöneticisi Master ve İngiliz öğretmen ve yazar Brian Roberts ve daha bir sürü karakter ile tanışırız. Sally kabarede çalışırken ünlü olma hayalleri, taşkın halleri ve zümrüt yeşili ojeleri ile ortalıkta dolanır, Brian bu yarı deli kadına elinde olmadan düşer, bu arada kabare bütün çılgınlığı ile gecelerine devam ederken Almanya da yavaş yavaş delirtmektedir. Wilkommen, Money Money, Cabaret tabi ki Mein Herr hepsi müzikallerin bize kazandırdığı harika ötesi şarkılar, zaten bu müzikal film de türünün en iyi örneklerinden biri. Bob Fosse dönemi içinde de hiçbir şeyden çekinmez (zaten Bob Fosse pek çekinmez) ve bize üçlü bir aşk hikayesi sunar. Özellikle son sahnesinde kameranın dönüşü bayağı çarpar insanı ki en sevdiğim kapanış sahnelerinden birisidir.
Bitirmeden önce 8 Oscarlı olduğunu da ekleyeyim.
Bitirmeden önce 8 Oscarlı olduğunu da ekleyeyim.
11. Rocky Horror Picture Show (1975)
Let's do the time warp agaaaaaaain!!!!!
Ah Rocky Horror Picture Show. Listenin asi çocuğu. Gerçek anlamıyla kült filmi (çünkü bunu izlemek için toplanıp sinema kiralayan, interaktif bir şekilde izleyen insanlar var yani cidden bir kült yaratmış durumda). İzleyen herkese en azından bir kere Time Warp yapmayı denetmiş müzikal. Ayrıca listedeki ilk rock müzikali ki artık zamanı gelmişti sene 75 (Bundan önce 73te çekilmiş rock-opera olan Jesus Christ Superstar var ama ben onu kötü günler için saklıyorum. Bir nevi dolaba konmuş viski kendisi).
Gece yarısı fırtına yüzünden yola devam edemeyip bir Frankenstein parodisi olan Dr. Frank. N. Furter'ın malikanesine konuk olmak zorunda kalan Janet ve Brad evlenene kadar birlikte olmama sözü vermiş bir çifttir. Kendisini "Transilvanya'dan tatlı bir travesti" olarak tanıtan Frank. N. Furter ise bu karardan pek de hoşlanmaz ve yardımcıları, kendi yarattığı kaslı Frankeinsteinları ile bu işi bozmak için elinden geleni yapar.
Rocky Horror Picture Show bilimkurgudan, korku filmlerine, romantik bakış açılarından, insanların cinselliğe karşı duruşuna kadar her şey ile dalga geçen ve bunu efsane şarkılarla eğlendirerek yapan bir müzikal film. Bir mantığı ya da anlamı yok, ama zaten bu yüzden bazı bazı mantıklı ve bu kadar anlamlı. Tim Curry'nin performansı bile başlı başına görülmesi gereken bir şey. Şarkılar inanılmaz eğlenceli, bir süre dilinize dolanacak arada sırada aklınıza gelecek türden üstelik. Kesinlikle izleyin.
Not: RHPS İngiliz yapımıdır. Bu esprilerini açıklıyor. Gerçekten.
Sanırım bu akşam gene izleyeceğim müzikal bu olacak.
12. Grease (1976)
Ah, bir başka klasik (Size bu sene aralığında bir sürü esaslı müzikal çıktığını daha işin başında söylemiştim.).
Grease Saturday Night Fever'daki kalça hareketleriyle hem bizim gönlümüzü hem de bu müzikaldeki yerini kazanmış John Travolta'nın başrolünde olduğu gençlik filmi. Çekildiği yılın biraz gerisine gidip bizi 50lerin saçma ama eğlenceli Amerikan lisesi ortamına götüren film Elvis Presley hareketleri, bolca jölelenen ve ısrarla taranan saçları, badboy tavırlı erkekleri ve bir hanım hanımcık diğerleri şirret kızları, kabarık etekleri ve muhteşem müzikleri ile tastamam bir eğlence sunar. Hakkında daha fazla ne denir bilmiyorum çünkü mesela Grease Lightnin', Summer Nights ya da Beauty School Drop Out beni çok eğlendirse de her şarkısı başka özeldir, kostümler ve dönemle dalga mı geçiyorsunuz samimi misiniz dedirten hareketler güldürür, bir süre sonra tekrar açıp izleseniz sıkılmazsınız da "Özlemişim be," dersiniz.
Dediğim gibi: Klasik.
13. All That Jazz (1979)
Bir başka Bob Fosse, bir başka "Ya adam sen gene ne yaptın?" filmi. Karmakarışık bir sahne ve koca bir elemeyle başlayan açılışından, zaman doğruysa insanı ağlatan kapanışına kadar bir koreograf ve tiyatro yönetmeninin yaratım sürecini, hem bunlarla hem de hayatı ve işi arasında çektiği sancıları anlatır All That Jazz. İsim olarak bile güzel çünkü all that jazz "ve bütün o zırvalıklar" diye çevrilebilir pekala.
Aslında sanatçıların yaratıcı süreç sancıları üzerine başka filmler de var (Fellini'nin 8 1/2si en iyi örneklerinden biri bence) ama büyük ihtimalle Fosse'nin kendi yansıması olan Joe Gideon karakterinin bütün işleri tepesine biner, oradan oraya koşturur ve stresten kendini bitirirken gördüğü sanrıları, yavaş yavaş tükenişi, geri gidişleri, kendini sorgulayışları ve bütün o zırvalıkları içinde son sahneye kadar tırmanan hikayesiyle All That Jazz de bu temanın en güzel anlatımların biri.
14. Hair (1979)
Bir başka rock-opera müzikali ve büyük ihtimalle en ünlüsü?
Hair 60lı yılların hippileri üzerine bir güzelleme. Bütün o özgür ruhu, Vietnam savaşı gölgesinde anlatıp politik dokunuşunu fazlasıyla yapan herkesin aklında Let The Sunshine In ya da yapılan fedakarlık ile yer edinip iç burkan bir yapım. Şarkılar genel müzikallerden farklı çünkü dediğim gibi esinlendiği yere de bağlı olarak Hair ağır bir rock müzik tadı taşıyor. Efsanevi sahneleri var; yemekte masanın üstüne çıkma, saç uzatma hakkında söylenenler, uçakla alakalı bir kısım gibi.
Rock müzik seviyorsanız, 60lar çiçek çocukları ilgi alanınızsa bakınca pişman olmayacağınız bir yapım Hair.
15. Victor/Victoria (1982)
Uzun bir aradan sonra bir Julie Andrews müzikali daha... (Bu kadın "kraliçe asla geç kalmaz" diyerek kalbimize girmeyecekti, sonuç ortada.).
Victor/Victoria biraz ilginç bir konuya sahip: 1930ların Paris'inde çok iyi bir sese sahip olan ama ne yazık ki elemelerden geçemeyen Victoria'nın erkek kılığına girip kadın rolü yapan Victor olarak ünlenmesi ve bir anda şehrin bebeği haline gelmesini anlatır müzikal. Karakterimiz ve menajeri bu saçma düzenbazlık içinde çabalarken bize de filmin tadını çıkararak izlemek düşer.
Ayrıca İngiliz yapımıdır, bunu da eklemek isterim.
16. Monthy Phyton's The Meaning of Life (1983)
...Sadece izleyin. Ahahahahaha.... Monhty Phyton... Every Sperm Is Sacred... Galaxy Song... Ahahahahahah...
Klasik İngiliz mizahı (Monthy Phyton sonuçta), arada sırada söylenen süper saçma şarkılarla müzikal formatında. Absürt bu yüzden eğlenceli. Aslında insan hayatını aşamalar ve skeçler halinde anlatıyor, bu sebeple tarzına alışık olmayanlara "ne izliyorum ben be?" dedirtebilir, İngiliz mizahı sevmeyenleri üzebilir ama beni güldürüyor. Ayrıca düşündürüyor. Ama güldürüyor da. Güldürürken düşündürüyor?
Favori Monthy Phyton filmim hala Holy Grail ama bunu da seviyorum işte.
17. Little Shop of Horrors (1986)
80ler tuhaf zamanlardı... İnsanlar bitkileri tüttürüyordu, bitkiler insan yiyordu...
Little Shop of Horrors bir çiçekçide çalışırken bir tohum bulan Seymour onu yetiştirmeye başlar ama cici tohumu acıktığında şarkı söyleyen ve yemek olarak insan tercih eden bir bitkiye pardon Audrey II'ye dönüşür. Üstüne bir sürü şarkı, bir ineğin ulaşılmaz aşkı ve tuhaf anlar ekleyin... İşte müzikaliniz hazır.
...Dalga geçiyorum adamlar aslında 1960lardaki bir filmin yeniden ama müzikal olarak uyarlaması olan bu film için bayağı uğraşmışlar. Ama daha iyisini yaptıkları söyleniyor. Bilemiyorum ben sadece bu versiyonu izledim ve memnun da kaldım. Eğlenceli.
Son olarak Hollywood bu filminde yeniden çekimini yapıyor. Durduramıyoruz efendim, durduramıyoruz... Kadroda şimdilik Chris Evans var, müzikal olarak mı uyarlayacaklar, yoksa özüne mi döndürecekler bilmiyorum. Ama keşke yapmasalar demiyor değilim.
Birisi şu Hollywood'a acilen orijinal senaryo yazıp gönderebilir mi? Hollywood'un acil senaryoya ihityacı var... Aciiiiiiiil....
18. Labyrinth (1986)
-You remind me of the babe.
-What babe?
-Babe with a power.
-What power?
-Power of voodoo.
-Who do?
-You do.
-Who do?
-You do.
-Do what?
-Remind me of the babe.
Labyrinth baştan aşağı bir müzikal mi? Aslında hayır. Ama David Bowie içinde şarkı söylüyor mu? Evet. Ben sırf bu yüzden ve setine hayran olduğum için hiç yüzüm kızarmadan filmi listeme koyacak mıyım? Buna da evet. George Lucas Bey burnunu soktuğu her işe bir güzellik getiriyor mu? Son Star Wars serisini sevmedik o yüzden meh. Dance magic dance mi? Eveeeeeeaaaağt...
Labyrinth bir miktar çocuk filmi olabilir ama çocuk filmlerinin çocuklar için olduğunu kim söyledi? Çoğu esprisi büyükler için yazılıyor onların! Neyse konusuna göre küçük kardeşinden bıkmış bir kızımız kardeşinin ortalıktak kaybolmasını diliyor ama dilediğin şeye dikkat etmesi gerektiğini unutuyor çünkü dileği gerçekten gerçekleşiyor. Goblin Kralı bebeği kendisine saklamak için kaçırıyor. Genç kızımızın kardeşini tekrar görebilmesinin tek yolu süresi dolmadan labirenti geçmesi ve Goblin Kralı'nın sarayına ulaşması.
Bir masal uyarlaması olan Labyrinth özellikle neredeyse tamamen el yapımı olan seti ile dikkat çekiyor. Küçükken hikayede kaybolurken büyüyünce setin işçiliğine hayran olur oldum. Ayrıca Goblin Kralı olarak David Bowie'de kalbimizi bıraktık çünkü o tarz içinde başka kimse öyle görünemezdi. Kim. Se.
Ah bu filmi seviyorum.
____________________________________________
Böylece bir bölümün daha sonuna geldik. Haftaya görüşmek üzere anacım falan filan feşmekan?
Umarım hoşunuza giden üç beş film bulabilirsiniz. Bir sonraki bölümde 90lardan şimdiye kadar olan müzikallere bir göz atacağız. Yani umarım atarız. Atarsınız.
Neyse, gittim. Okuduğunuz için teşekkürler.
Son olarak bunu bırakıyorum çünkü dediğim gibi sinema tarihindeki favori dans sekanslarımdan biri. Bob Fosse. Seviliyorsun.



















Yorumlar
Yorum Gönder